ÖZ'DEN YAZILAR
Tepkileriniz Kaç Yaşında?
Tepkileriniz; yaşınızla birlikte güncelleniyor mu yoksa acınızın yoğun olduğu yaşa mı sabitlendi?
Acılar, kederler, dertler, üzüntüler bizleri her zaman büyütür mü? Ya da hepimizi büyüttü mü? Sanırım HAYIR!
Çünkü; bazılarımız acının yaşandığı yaşta kalmayı güvenli kabul ediyoruz. Örneğin; 12 yaşında babasını/annesini kaybeden ya da çok önemli bambaşka travma yaşayan bir kişinin yaşam içinde kendini var etme ya da yok etme yolları değişkenlik gösteriyor. Böyle durumlarda ise çoğunlukla babasına/annesine, hayata ve hatta kendine küsüp kendi sorumluluğunu dahi almayıp yaşı 56 bile olsa acı ile, üzüntü ile her karşılaştığında tepkileri hep 12 yaşındaki gibi oluyor.
Ve benzer deneyimleri sırasında verdiği ya da veremediği tepkiler 12 yaşındaki tepkileri ile ya da tepkisizliği ile birebir benzerlik gösteriyor.
Kendinizi gözlemlediğinizde bazı tepkilerinizi tuhaf karşıladığınız, abartılı bulduğunuz, anlayamadığınız ya da yakınlarınız sizi eleştirdiğinde farkettiğiniz neler var?
Hangi yaşta hangi travmada takılı kaldınız? Geçmişten takılmış ve aslında hala canınızı yakan kaç kancanız var? Onları çıkartmak için neler yapmalısınız?
Kancalar üzerimizde iken ne ileri ne de geri gidemeyiz, çünkü canımız acır! Oysa biz ilerlemeye, adım atmaya,hayat amacımızı bulmaya ve yaşamaya geldik!
Öyle ise geçmişinizle yüzleşmek, kendiniz ve deneyimlerinizle barışmak için neye ihtiyacınız var?
Sahip Çıkanınız Yok Mu?
Ne kadar zaman oldu birilerinin size sahip çıkmasını bekleyeli? Kim bilir belki de sadece bir yaşam değil bir kaç yaşamdır bekliyorsunuz babanız, anneniz, kardeşiniz, dedeniz, sevdiğiniz, patronunuz hatta devlet size sahip çıksın diye?
Sahip çıkmak nedir ki?
Bedenimize gelecek zararlara karşı güçlü birilerinin boy göstermesi midir? Yoksa incinen duygularımıza anlayışla yaklaşılması mıdır? Ya da en zor olanı konuştuklarımıza ya da fikirlerimize katılmasalar, anlam veremeseler bile : "Evladım, torunum, sevdiğim, diyorsa, yapıyorsa bir bildiği vardır." Diyebilmeleri midir?
Hep bekledik, çook bekledik ve belki hala da bekliyoruz!!!
Çoğu aile; yakınlarını fiziksel saldırılara karşı korumayı en önemli görev zanneder. Hele ki işin ucunda namus ve elalem karmaşası varsa KADINLARI, KIZLARI sahiplenmede 1 numaradırlar... Öyle sahiplenirler ki kadın erkek farketmeden bu insanlar gençliğinin, özgür olmanın en tatlı, en hafif günlerini göz hapislerinde ya da kafeslerde geçirirler.
Bazı dönemlerde hem birileri bize sahip çıksın isteği; hem de özgür olma arzusu ile yanıp tutuşmadık mı? O halde bu ne yaman çelişkidir?
Birileri bize sözde sahip çıkarken mümkün müdür özgürce kendimizi ifade etmek, var olmak ya da yaşama tutunmak?
Peki sahip çıkılmaya gerçekten çok mu ihtiyacımız var? Varlığımızı koruyacak, sınırlarımızı belirleyecek yaşama gücü sahiden de bizde yok mu?
Elbette var!
Buna engel olan düşünce kalıpları neler acaba? Kendinize güvenmenize engel olan neler yaşadınız da korkularınızın esiri oldunuz? Kendinizi ifade etmek istediğinizde başınıza neler geldi de ifadesiz kalmayı güvenli bellediniz?!Yoksa annenizin ya da babanızın olumsuz deneyimlerine tanık olup yaşananları kendi deneyiminiz mi sandınız? ! Ne oldu da 1. Vazifeniz olan kendinize sahip çıkma yetkisini başkalarına devreder oldunuz?!
Artık tüm bunları keşfetmenin, kayıtlarınızla yüzleşmenin ve sahipsizlik duygularınızdan özgürleşmenin zamanı gelmedi mi?
Farketmeliyiz ki! Sahip çıkılmayı bekledikçe, hayal kırıklığı, acı, keder, üzüntü daha da artıyor!
Konu ne olursa olsun kimse tam olarak ne yaşadığımızı, ne hissettiğimizi, ne düşündüğümüzü, ne beklediğimizi tamamıyla bilemez, anlayamaz ve üstelik anlamalarını bekleyemeyiz de!
Ancak ve ancak kendi kendimize sahip çıkmamız gerçek özgürlüktür. Çünkü o güç, o bilgi, o bilgelik, o ruhsal zeka hepimizde var. Yeter ki kendi duygularımıza, bilgimize, bedenimize, düşüncelerimize sahip çıkalım. İşte o zaman özgürüz, işte o zaman bağlı ama bağımsızız!
İfadenin Gücü
Siz kendinizi ifade ediyor musunuz? İfade etmek neden bu kadar önemli? Sussak? Hiç konuşmasak? Hatta hiçbir şeye takılmıyormuş gibi yapıp arkamızı döndüğümüz anda fısıldaşsak birileri ile, hiç kimse yoksa telefona sarılsak? Açan olmazsa içsel dedikodu yapsak? Ya da beklesek birileri veya bir kahraman bizim için konuşsa? Olmaz mı? Yoksa çok mu bekleriz? Belki de bekletmeden hemen bizim için birileri konuşsa? Tam olarak ne hissettiğimizi neden öyle düşündüğümüzü aktarabilir mi ki? O kadar derinden hissedebilir mi bir başkası ruhumuza ait yaraları? Kızdığımız, öfkelendiğimiz, darıldığımız, gücendiğimiz ne varsa biriktirip çuvallarca söz, kovalarca gözyaşı yapıp sırtımıza almadan vakti geldiğinde o an söylesek daha huzurlu hissetmez miyiz? Hem belki de farkında bile değil? Belki de kasıtlı yapıyor? Anlayıp yol belirlemenin tek yolu var o da ifade etmek... Söylenmemiş sözler biriktikçe daha güçlenip bizi ele geçirir öfkemizi kabartır hiç olmadık zamanda ve yerde patlayabilir... Ya da hiç patlamaz belki de susmayı erdem kabul etmişsinizdir? İşte o zaman önce dudaklarınızda uçukla başlar beden sinyallerini vermeye, sonra boğaz enfeksiyonları, yetmedi mi tiroid problemleri daha da mi anlamadınız vücudunuz kanser olup kendini kitleyebilir.... Seçim size ait...
Konuşmaktan ve kendimizi ifade etmekten kaçtıkça hem kendimize hem karşımızdakilere olan öfkemiz daha da artar... Yol alamayız... Oysa hepimizin doğmadan önce yürümeye söz verdiğimiz bir kader yolumuz vardır... İfade etmedikçe bu yoldan uzaklaşır, uzaklaştıkça huzuru arar dururuz. Kaybetme korkumuzdur belki de bizi tutan ya da ortamın huzuru kaçarsa kaygısı... Ama emin olun "Olacakla, öleceğe çare yoktur." Belki de ne kayıp ne ölüm vardır kendinizi ifade edişinizin sonunda? Bu sadece size ait bir korkudur? Belki de ifadesizlikle nedeniyle hakkını vererek yaşayamadığınız bir ilişkidir ve ancak karşılıklı ifade ile, yeni bir bakış açısı ile ilişkiniz tazelenecektir? Sizin kendinizi tutmanız sadece size değil titreşimsel olarak etrafınıza da zarar verir... Yol yakınken kendinizi ifade edin... Karşınızdaki insana o öyle davranınca ne kadar incindiğinizi üzüldüğünüzü kırıldığınızı söyleyin... Hem sadece olumsuz duygularınızı değil; sizi huzurlu hissettiren, hoşunuza giden her ne varsa ifade edin... Bunu en yakınlarınıza uygulayarak başlayın... Ama çuvallarınız söylenmemiş sözler kovalarınız gözyaşlarınız ile dolu iken karşınızdakini ne kadar severseniz sevin sevgi ile ifade imkansızdır... Önce vaktinin geldiğini hissediyorsanız çuvallarınızı, kovalarınızı boşaltın sonra sevgi ile ifadeye başlayın... İfade etmekten korkmak ya da korkmamak işte bütün mesele bu.... Sizi bugün hayatınıza sahip çıkma ve kendinizi ifade etme cesaretini göstermeye davet ediyorum...
İzin Vermek Bu Kadar Zor mu?
Bir ilişkiye, işe, insana, eve, arabaya... "Yıllarca emek verdim, şimdi nasıl arkamı dönüp, bırakıp gideyim?" Ya da "Ellerimden kayıp gitmesine nasıl izin veririm? Emeklerime, zamanıma, parama hatta gözyaşlarıma yazık değil mi?" Dediğiniz olur mu?
Eğer cevabınız evet ise sizi daha ileri gitmekten alıkoyan ve mutluluğunuza engel hatta bir çok hastalığa kaynak oluşturan bu düşünce kalıbınızı ölçme, tartma belki de bırakma zamanı geldi?!
Öncelikle bu düşünce kalıbı kime ait? Kimin deneyimini gözleyerek size artık hizmet etmeyen hatta birbirinize faydanın BİTTİĞİ kişi ya da deneyimi bırakmanın ziyan, israf olduğunu gözlediniz, inandınız ve kendi kalıbınızmış gibi kabul ettiniz? Anneniz? Babanız? Anaane/dedeniz? Teyze/halanız? Hiç alakasız çok derin bağ kurduğunuz komşu teyze/amcanız?.... Sevdiğiniz özdeşleştiğiniz bir film kahramanı? Ya da kim?
Hatırlayın ki! Emek verdiğimiz, sevgi ile yaptığımız her şey öncelikle bize hizmet eder, ve "vermişiz, bizden gitmiş" gibi gözükse de aslında artarak toplanarak bir gün mutlaka bize geri döner, belki bu zaman ve mekanda belki başka yaşam ve boyutlarda... Bu nedenle emeğimizin dönme beklentisini de serbest bırakmalı...
Hepsi birer deneyimdir, öğrenme sürecinin parçasıdır, mümkün müdür içinde emek olan, sevgi olanın ziyan olması?
Esas bize zor gelen yeniye başlamak, yeni olana kucak açmaktır, aslında kendimizi her halimizle kabul edebildiğimizde ve yeni olasılıklara açtığımızda kim bilir neler mümkün?
Neye ısrarla ve dirençle tutunursak; bırakma, izin verme deneyimini ve ödüllerini anlamamız için evren işbirliği yapar... Kaybetmekten korktuğumuz her ne ise yerine daha iyisinin gelmesi için temizlenme yaşarız.
Oysa ki her daim seçme şansımız vardır, sezgi ve aklımızı harmalanlayarak kullandığımızda gitmesi gerekeni kendi irademizle salıp ya da gitmemiz gereken yerden kendi irademizle çıkıp yeniye yer açmak? Ya da bunu anlamanız için zorla yaşanan deneyimler? Seçim sizin...
Bugün neleri bırakmak zor, bırakırsanız ne olur? Kendinize izin verin, Olması gerekene izin verin... Bunu tek başınıza aşmak zorsa Öz'den bir terapistle çalışın, niyetinizde tamsanız gitmesine izin vermek kolaydır...
Sırlar ve Yansımaları...
Sır, varlığı ya da kimi yönleri açığa vurulmak istenmeyen, gizli kalan, gizli tutulan durum, giz...
Peki neler sır olarak tutulur?
İhanetler, aldatmalar, aldatılmalar; kavuşamayan, aileleri tarafından reddedilen, aşağılanan... aşıkların hikayeleri ve o hikayelerin hissettirdikleri, düşündürdükleri... Evlilik dışı ve/veya evlilik içi onaylanmayan ilişkiler, hamilelikler, doğumlar, kürtajlar, düşükler, gerçek babasının saklandığı yasak ilişkiler... Evlat edinmeler, evlat vermeler, tacizler, tecavüzler, ensest ilişkiler, cinayetler...
Kendimize sakladığımız korkular, şüpheler ve bizi üzen, paylaşılmamış her şey sırdır...
Sırların ortaya çıkma ihtimali neden kabus gibi çöker üstümüze?
Çünkü; açıklayınca yaşanacakları kaldıramayacağımızı, kimsenin bizi anlamayacağını düşünürüz. Sırlarımızı paylaşınca; yargılanacağımızı, reddedileceğimizi, aşağılanacağımızı ve sevilmeyeceğimizi düşünür, susarız! Susdukça incinmeye devam ederiz...
Oysa ki SIRLAR çözülmeyi ve şifalanmayı bekleyen travmaların izleridir. Sırlar, paylaşılıp kabule dönüştürülmedikçe kendimizden ve kalabalıklardan kaçarız, kendimizden kaçtıkça bize hastalık olarak döner.
Neden sırlar bizi hasta eder? Hastalanırız ki bedeni hatırlayalım, zihni boşaltalım, ruhumuzu olduğu gibi kabul edelim diye...
Halbuki beden kendini sürekli yenilerken nasıl olur da ömür boyu ilaca mahkum ediliriz?
Çünkü; düşünme biçimimiz, gizlediklerimiz ve temizleyip dönüştürmek yerine
habire üstünü örtüp hatırlamayacağımız kadar aşağılara ittiğimiz travmalalarımızdır bizi hasta eden...
Dahası sırlar ortaya çıkmadan gerçekleşen ölümler nesilden nesile aktarılan ölümler, hastalıklar, döngüler olarak yansır.
Oysa hatırlayın SUÇ YOK, SUÇLU YOK, KURBAN YOK! Deneyimler var bize öğrettikleri var, etkin olmak var...
Sırlarınız; zihninizi, bedeninizi ve ruhunuzu esir almadan; onları bilmeye hakkı olanlarla mutlaka paylaşın!
Konuşun, yazın, ifade edin, Öz'den olan güvenebileceğiniz bir terapistten yardım alın!
Bazı çözemediğiniz sorunların anne, baba ya da atalarınıza ait sırlar olabileceğini fark edin ve Carl G. Jung ın sözünü hatırlayın : "Farkındalığımıza (bilincimize) çıkmayan şey, kader olarak karşımıza çıkar."
Önce kendiniz, sonra çocuklarınız ve torunlarınız için sırlarınızdan özgürleşin, şifalanın...
Özgür Olma Cesaretiniz Var mı?
Herkes özgür olmak istiyor... Ama bazıları bir türlü olamıyor... Bazısı da olmuş gibi yapıyor. Sözde özgürlüğüne bedel olarak ise kızgınlık, suçluluk, öfke gibi duygulara ev sahipliği yapıyor!? Tam anlamıyla özgür olanın da huzuruna, mutluluğuna da diyecek yok zaten...
Özgür olmak için ne lazım acaba?
Birilerinin sizi kısıtladığından, bir yerlere sıkışıp kaldığınızdan şikayet ettiğiniz oluyor mu hiç?
Aslında şikayet etmek bazısı için ideal olandır, şikayet ederek mutlu olurlar, belki de başka birşey yapmaya da ne güçleri ne de niyetleri vardır...
Çünkü; özgür olmanın sorumluluğu vardır ve kendi sorumluluğunu alarak özgür olabilmek cesaret ister...
Bazısı kısıtlanmış olmaktan huzursuzluk duyar. Artık onun için kendisi ve yaşadıkları ile yüzleşme zamanını gelmiştir. Sadece şikayet ederek özgür olmanın mümkün olmayacağını anlamıştır.
"Peki özgür olmanın formulü nedir?"
Özel bir formulü var mı bilmiyorum ama Öz'den formülün yolunuza ışık tutmasını diliyor ve özetliyorum...
Öncelikle özgür olabilmenin kademeleri vardır ve bu kademeleri aşabilmek için zaman gerekir...
En önemlisi özgür olmak için özgür bırakmak gerekir... Peki neleri ve kimleri özgür bırakmalıyız?
1. Eşin, dostun, ailenin yani özümüzün dışında kalan herkesin ve herşeyin doğruları ile yaşamaktan özgürleşip kendiniz olun...
2. Eşi, dostu, aileyi, geri kalan herşeyi ve herkesi kendi doğrularınızla yaşamaya zorlayan baskıcı, kısıtlayıcı, sınırlayıcı önyargılı davranış ve düşüncelerinizi farkedip, kendinizi durdurun ve sizin hoşunuza gitse de gitmese de herkesin seçimlerine saygı duyun!
3. Aldatılma, kaybetme, terkedilme, ihanet ve haksızlığa uğrama korkularını, endişe, suçluluk, kendine kızgınlık gibi sizi ve sevdiklerinizi kısıtlayan duyguları fark edip uzmanlar eşliğinde iyileştirin...
Tüm bu duyguları iyileştirmek için size en uygun yöntemlerle kendinize doğru adım atın ve şunu farkedin kendinize doğru attığınız her adım sizi özgürleştirir...
Özgür bıraktığın ve kendi kalıplarından özgürleştiğin kadar özgürsündür...
Duygusal ve Ruhsal Yaralarımız
Hayatımızda bulunan ya da hayatımıza yeni giren ve hatta hayatımızdan çıkan insanlar acaba hangi duygusal ve ruhsal yaralarımızı fark edip iyileştirelim diye görevlerini yapıyorlar?
Bu o kadar kıymetli bir farkındalık ki, kimi zaman kendi bilgeliğimizle keşfedecek kadar kolay, kimi zaman ise uzman desteğini gerekli kılacak kadar karmaşık bir durumdur...
Duygusal ve ruhsal yaralarınızı tetikleyen insanların hayatınızda olması ya da çıkmış olması... farketmiyor, hala onları düşündüğünüzde enerjiniz düşüyor ve yaralarınız tetiklenerek kendinizi kısıtlanmış, sıkıştırılmış, gergin, terkedilmiş, huzursuz, haksızlığa uğramış, reddedilmiş, küçük düşmüş, ihanete uğramış... hissediyorsanız ve bundan da rahatsızsanız konu üzerine çalışmalı ve destek almalısınız...
Belki de bu yaralar; sizi siz olmaktan alıkoyan, yaşam amacınızı bulup uygulamanızı geciktiren, özünüzdeki aşkı sevgiyi kabuklayan, örten yaralardır...
Anlamıyor ya da Anlaşılmıyor musun?
Bazen neyi neden yaşadığımızı, bazense insanların bize olan davranışlarını anlayamaz öfkelenir, üzülür ve hatta yaşamaktan bile yılarız...
Böyle dönemlerde kimi zaman yaşadıklarımızı, içimize atıp kendimize kızar, kimi zaman ise karşımızdakine patlarız... İki halde de net bir çözüme, anlayışa ulaşamama hali ise çoğunluktadır!
Bu çözümsüzlük durumu ise bizi ve karşımızdakileri daha da öfkelendirir, strese sokar ve en sonunda da yorar...
Oysa tüm ruhların yegane ihtiyacı anlaşılmak ve kabul görmektir...
Birçok konuda olduğu gibi bu konu için de kendi kendimize farkındalık oluşturmak mümkün ve kolay.
Hele ki aynı olayları sık sık yaşıyor ve artık anlamak, anlatmak, anlaşılmak hatta çözüm üretmek istiyorsanız ufak ama faydalı bir tavsiyem var:
Zihninizi sakinleştirdikten sonra Yaradana, evrene ya da neye inanıyorsanız ona tüm içtenliğinizle seslenerek: Yaşadığım bu durumda anlamam, fark etmem gereken ne? Kendimi bu durumu anlamaya, çözümlemek için ihtiyacım olan bilgeliğe ve bilgiye açıyorum... Bu farkındalığa varmak için sonsuz olasılıklar ne? Deyip serbest bırakın...
Ve sakın üzerinde durmayın... Ara sıra tekrar edin... Hatta uyumadan önce ya da gevşek ve rahat olduğunuzu farkettiğiniz anlarda tekrar edip uyumaya ya da her ne yapıyorsanız onu yapmaya devam edin...
Bazen çok küçük ve önemsiz sandığınız şeyler büyük engellerin kaynağı olabiliyor...
Tamamen sürece teslim olup kendinizle yüzleşmeye hazırsanız beklediğiniz farkındalık ya içinize doğar anlarsınız ya okuduğunuz bir yazı, izlediğiniz bir film, dinlediğiniz şarkı ya da herhangi birinden duyacağınız sözlerle size ulaşır...
Sonra bunu kendi kendinize keşfetmenin ve en önemlisi özünüze doğru 1 adım daha atmanın keyfini sürün...
Güçlü ol! Sakın zayıf olduğunu belli etme! Kan iç ama kızılcık şerbeti içtim de!? Gülümse daima gülümse! ...
Hakikaten daima güçlü olmak, her ne olursa olsun gülümsemek zorunda mıyız? Neden sürekli rol yapmamız gerekiyor?
Halbuki böyle davranarak o anda ki duygu ve düşünceleri görmezden gelip robotlaşıyor, yapabileceklerimizden vazgeçiyor ve hatta kendimizi olduğumuz halimizle kabul etmiyoruz!
Dahası taktığımız mutluluk maskeleri ile kendimizi yardıma ve başka bakış açılarına kapatıp maalesef özümüzden ve insanlıktan uzaklaşıyoruz...
Kendiniz olmayı ve insanların da kendi olmalarına izin verip izlediniz mi hiç?
Hangi duygu olursa olsun içinde bulunduğunuz duygunun hakkını vermenin keyfi çok başkadır...
Daima insan olarak hata yapma ve telafi etme hakkımız olduğunu bilerek kendimizi, duygularımızı kırgınlıklarımızı, sevinçlerimizi bize dair ne varsa cesurca ifade etmeye ne dersiniz?
Hayat karmaşık ve zor olsa dahi insan olmanın, var olmanın gücünü seviyorum...
Çocuğun mu Var Derdin Var!?
Aman hiç büyümeseler keşke?! Büyüdükçe dertleri de büyüyor!? Keşke hep böyle kalsalar... sözlerini çok sık duymaya başladım. Peki
neden böyle düşünüyor anne-babalar? Ne rahatsız ediyor onları bu kadar? "Aman annen-baban mı var derdin var?" diyeni de var mı acaba?
Bir çocuk neden derttir! anne babasına? Çocuklarının büyümesi neden daha da rahatsız ediyor anne babalarını?
İlk başta her insanın ayrı bir dünya olduğunu hatırlamak gerekir, her ne kadar aynı aile içinde olsa da herkes bambaşka yaradılışta ve seçimlerle gelir bu dünyaya... Büyümek, doğum ve ölüm gibi doğal olan , olması gerekendir... Bunu reddetmek, büyümesini istememek kendimizi reddetmektir!
Günümüz anne-babaları daha çok yoruluyor. Çünkü; çocuğun ihtiyacı sanılan aslında tamamen çevreye uyum ve kişisel tatmin amaçlı yapılan pek çok eylem abartı bir yorgunluk oluşturuyor. Üstelik çocuktan beklenen mutluluk ifadesini görememek de anne-babada ki öfke, kızgınlık... duygularını daha da kabartıyor...
Aşırı çaba harcayıp kendinden kısarak ben yapamadım o yapsın, ben gidemedim o gitsin çabalarından da özgürleşmek gerekir... Mesela ben özel okula gitmeden çok da iyi ingilizce öğrenilip konuşmanın mümkün olduğunu kendimden biliyorum...
Bizler gibi çocuklar da ihtiyaç duyduğu kadarını ve alma kapasitesi kadarını alacaktır...
Türlü türlü faaliyetlere koşturup en uygununu bulmaya çabalamak ve eş dosta danışmak yerine çocuğumuzla iletişim kurup, onu tanımaya en istekli olduğu faaliyeti anlamaya zaman ayırmak çok daha iyi sonuçlar verir.
Çocuğun meslek/okul seçiminden, evli olma/olmama, çocuk sahibi olma/olmama seçimlerine kadar toplum baskısı ve kendi tatmin arzularımıza rağmen onun bir birey olduğunu hatırlayıp dert! etmezsek mesele çözülecek...
Eğer ki çocukların ihtiyaçlarını kendi egosal ihtiyaçlarımızdan ayırır; onların ne istediğini tam olarak anlar ve kendimizi zorlamadan onlar için yapabileceklerimizi net olarak ifade eder ve yaparsak ; "ben anneyim, ben babayım tabii ki ondan daha iyi bilirim" büyüklük egosuna kapılmayıp çocuklarımızla birlikte büyüyüp, öğrensek, değişsek, çocuklar derdimiz, eğlenceli keyifli keşfedilmesi gereken herbiri ayrı bir dünya olmaya başlar...
Hepimizin doğduğumuz aileye öğreteceklerimiz olduğu gibi ailelerimizden de öğreneceklerimiz var.
Özgüveni yüksek, kendinden emin ve sevgi dolu bireyler yetiştirme çabası tüm çabaların en sonuç verenidir. Hatta çaba harcamaya bile gerek yoktur sadece örnek olmak yeterlidir...
Mutluluğu ve tatmin duygusunu dışarıda aramak yerine içimizde arayıp keşfetmeli... Yansımalarını izlemeli...
Çocuklarımızı mutlu etmeye çalışmaktansa kendi değerimizi bilip mutlu olmayı ve bu mutluluğu paylaşmayı seçersek iyileşme başlar... Çocuklarımızın bizden farklı olmasından korkmak yerine sevgi ile anlamayı ve onlarla uzlaşmayı seçsek? Çocuklarımızı yönetmeye çalışmak yerine onun bir birey olduğunu ve seçimleri olabileceğini her ne yaparsa yapsın bu hayatı deneyimlemeye ve öğrenmeye geldiğini hatırlasak?
Hayat, anne-babaların yaşadıklarından ve bildiklerinden ibaret değil sadece...
Bizden farklı davranarak ne sonuçlar çıkabileceğini beraberce gözlemlesek, hayatın içinde birlikte aksak nasıl olur?
Ağaç gibi esnek olsak? Fırtına ve rüzgara direnen ağaçların dallarına bir baksak yerinde mi? Peki ya rüzgara fırtınaya rağmen esneyerek dimdik duran ağaçların dalları nasıl?
Esnek, farkında, dertsiz günler dilerim.
İnkar ya da Red mi Ediliyorsun?
Hepimiz yaradandan ötürü değerliyiz! Önem derecemizi ise ilişkilerin mesafesi belirler. O zaman bir kişi ya da örgütlenmiş kişiler tarafından fiziksel ve ruhsal olarak var olmanıza rağmen yok sayılıyor inkar ve/veya red ediliyorsanız buna verdiğiniz tepki öz saygınız açısından çok önemlidir. Eğer bu durumu başka ilişkileri korumak adına kabul edip üstüne üstlük hiçbir şey yokmuş gibi davranıyor ya da davranmak zorunda hissediyorsanız... Yanıldınız! İşte orada çok muhim bir öz saygı sorunu vardır. Bu duruma yaralandığınız halde sessiz kalmak ne bilgelikle ne sabırlı olmakla alakalıdır. Fark ettiğiniz anda bir silkelenip buna izin vermeyi durdurmalısınız! Kimse bizden daha değerli değildir... Ve tabii ki biz de kimseden... Hepimiz bir kumaştan kesildik eşsiz ve özeliz.
Bu farkındalık bir rahatlama duygusu veriyor insana, şöyle ki; bazen biz de bilinçli ya da bilinçsiz olarak hoşlanmadığımız, istemediğimiz insanları yok sayabiliriz. Ve kişi bunu anlamıyor ise sıkıntı yaşarız... O halde çift taraflı olarak düşünüldüğünde biz istemediğimizde karşı taraf anlayıp çekilmeli ya da ilişkiyi gözden geçirmeli, bizi istemediklerini anladığımızda ise gereğini yapmalıyız! Yoksa bu yıllar hatta bir ömür süren gereksiz bir yüke dönüşebilir. Herkes birlikte vakit geçirmek istediği insanı seçme özgürlüğüne sahiptir. Bu özgürlüğü bilmek, kullanmak ise huzur verir insana...
Kendin Ol!
'Kendin ol' diyor ya hani herkes...Peki kendin olmak... O kadar kolay mı? Nedir bu 'kendin ol' çağrısı!
Evet insanın kendi olabilmesi hakikaten çok mühim ve bir o kadar da zaman alan, öğreten, öğretirken kimini ağlatan kimini aşağılara çeken bir meseledir. Güçlü olmak gerekir kendin olmak için... Çünkü aklımız ermeye başladığı andan itibaren anne-babamızı örnek alırız, onlar gibi rollere bürünürüz ki, herkes bizi sevsin kucaklasın, en akıllı, en uslu , en sevilen olalım... Tabii ki böyle olmayan asi olmayı, huysuz olmayı seçen pek çok insan da var! Ancak; her iki davranış biçiminin de kendine göre zorlukları ve yükleri var!
O zaman ne yapacağız? Nasıl davranacağız? Ne zaman susup ne zaman konuşacağız? İşte onun herkese uygulanabilir özel bir formülü yok maalesef. Zaman ve deneyimlerimiz bunu bize öğretecek. Ama esas olan farkında olmak yaşadıklarımızdan dersler çıkartabilmek, çünkü bazen aynı davranış farklı zamanlarda farklı sonuçlar verir, işte o yüzden hayat çok karmaşık ve anlaşılması zor gelebiliyor insana! ama anahtar cümle ise; içsel olarak güçlü hissettiğimizde bir bakmışız ki kendimiz olmuşuz bile...
Şu an ben %80 oranında kendim olduğumu düşünüyorum:
istediğim insanlarla görüşüyor, görüşmeyi istemediklerimle görüşmüyor, ya da belirli bir zaman diliminde görüşüyorum.
İyi niyet ile ve karşımdakini kırma amacı gütmeden sadece kendimi ifade etmek için dilediğim gibi konuşuyorum.
Mutlu isem mutlu , mutsuz isem mutsuz, sinirli isem sinirli, kırgın isem kırgın...olduğumu belli ediyorum, biliyorum ki her zaman gülücükler saçmak zorunda değilim.
O zaman haydi sen de 'kendin ol' çok oku, çok yaz, çok deneyimle, kendini fark et, etrafında olanı fark et, olan bitenin sana ne hissettirdiğine bak ve zamanın gereğini ,sevgi ile, yap, sonra dışarıdan bir bak olmadıysa üzülme kendine izin ver... Herkes hata yapabilir, telefi etmek elinde... Deneyimlemekten kaçtığımız her ne varsa mutluluğumuza tek engeldir...
Yaşa, ders çıkart , özgür ol ...
İfade Etmek ya da Etmemek
Siz kendinizi ifade ediyor musunuz? İfade etmek neden bu kadar önemli? Sussak? Hiç konuşmasak? Hatta hiçbir şeye takılmıyormuş gibi yapıp arkamızı döndüğümüz anda fısırdaşsak birileri ile, hiçkimse yoksa telefona sarilsak? Açan olmazsa içsel dedikodu yapsak? Ya da beklesek birileri veya bir kahraman bizim icin konuşsa? Sabredip Allah'a havale etsek? Olmaz mi? Yoksa çok mu bekleriz? Belki de bekletmeden hemen bizim için birileri konuşsa? Tam olarak ne hissettigimizi neden öyle düşündüğümüzü aktarabilir mi ki? O kadar derinden hissedebilir mi bir başkasi ruhumuza ait yaralari? Kızdığımız, öfkelendiğimiz, darıldığımız, gücendiğimiz ne varsa biriktirip çuvallarca söz, kovalarca gözyaşı yapıp sırtımıza almadan vakti geldiginde o an söylesek daha huzurlu hissetmez miyiz? Hem belki de farkında bile değil? Belki de kasıtlı yapıyor? Anlayıp yol belirlemenin tek yolu var o da ifade etmek. Söylenmemiş sözler biriktikçe daha güçlenip bizi ele geçirir öfkemizi kabartir hiç olmadik zamanda ve yerde patlayabilir... Ya da hiç patlamaz belki de, susmayi erdem kabul etmişsinizdir? Sabreden derviş muradina ermiş sözünü yanliş yorumlayıp kayıt etmişsinizdir? İşte o zaman önce dudaklarinizda uçukla başlar beden sinyallerini vermeye, sonra boğaz enfeksiyonlari yetmedi mi troid problemleri daha da mi anlamadiniz vücudunuz kanser olup kendini kitleyebilir.... Seçim size ait...
Konuşmaktan ve kendimizi ifade etmekten kaçtıkça hem kendimize hem karşımızdakilere olan öfkemiz daha da artar... Yol alamayız... Oysa hepimizin doğmadan önce yürümeye söz verdiğimiz bir kader yolumuz vardır... İfade etmedikçe bu yoldan uzaklaşır, uzaklaştıkça huzuru arar dururuz. Kaybetme korkumuzdur belki de bizi tutan ya da ortamın huzuru kaçarsa kaygısı... Ama emin olun "olacakla öleceğe çare yoktur" belki de ne kayıp ne ölüm vardir kendinizi ifade edişinizin sonunda? Bu sadece size ait bir korkudur? Belki de ifadesizlikle hakkını vererek yaşayamadığınız ilişkidir ve ancak karşılıklı ifade ve yeni bir bakiş açısı ile ilişkiniz tazelenecektir? Sizin kendinizi tutmanız sadece size değil titreşimsel olarak etrafınıza da zarar verir... Yol yakınken kendinizi ifade edin... Karşınızdaki insana o öyle davranınca ne kadar incindiginizi üzüldüğünüzü kırıldığınızı söyleyin... Hem sadece olumsuz duygularınızı değil sizi huzurlu hissettiren her ne varsa ifade edin... Bunu en yakınlarınıza uygulayarak başlayın... Ama çuvallarınız söylenmemiş sözler, kovalariniz gözyaşlarınız ile dolu iken karşınızdakini ne kadar severseniz sevin sevgi ile ifade imkansızdır... Önce çuvallarınızı, kovalarınızı boşaltın sonra sevgi ile ifadeye başlayın... İfade etmekten korkmak ya da korkmamak iste bütün mesele bu.... Sizi bugün hayatınıza sahip çıkma ve kendinizi ifade etme cesaretini göstermeye davet ediyorum... LCV :)
Bugün Kendin İçin Ne Yaptın?
Bu yazıyı günüme farkındalık katan Tülin Çevikkan Atlı'ya ithafen yazdım... Darısı başınıza..
Bugün kendin için ne yaptın?
Yaşamakta olduğun hayatı sorgulandın mı mesela? Neyi neden yaşadığını?
Neleri değiştirip neleri değiştiremeyeceğini? O çok kızdığın insanların aslında sana neyi öğretmeye, hangi gölge yanını göstermeye çalıştığını hiç sorguladın mı?
Yoksa ne boktan hayatım var? Bizde ki de şans mı?" Bu insanlar beni çıldırtacak! " deyip çıkıyor musun işin içinden? Yoksa e...n zor olanını seçip sevdiğinizi, ailenizi, iş yerindeki insanları, komşularınızı, yetmedi insanlığı mı değiştirmeyi seçiyorsun?
Peki bunun sonuç vermeyeceğini biliyor musun yoksa ya tutarsa mı diye mi düşünüyorsun?
Farkındalık sonsuzluktur... Fark ettikçe daha fark eder insan, başta sorun yaratıyor gibi gelir herkese bu sureç... Hemen o noktada, "...en güzeli cahil olmak bak ne güzel hiçbir şeyi anlamadan yaşayıp gidiyorlar..." deyiveririz zaman zaman... Ancak; her ruhun uzun bir yolculuğu var ve eninde sonunda anlaması gerekenleri anlayacaktır, yani aslında kaçış gibi gözükse de cahil olmak, ya da fark etmemek! Başka yolu yoktur...
Bu uzun yolculukta, dersler alınmadıkça tekrar eden sorunlar hayatlarımızda vuku bulmaya devam eder... Bazı insanlardan ilk görüşte rahatsız oluruz, büyük olasılıkla ruhumuz tanıyordur, öncelerden yaşadığımız alınmamış dersleri yaşamak için tekrar herkes sahnede yerini almıştır... İşte o anda tek yapmamız gereken ne yapacağımıza bakmaktır. Olaylardan ve insanlardan kaçmak yerine kendimizle yüzleşmek, anlamamız gerekeni anlamaya açmaktır ruhumuzu...
Bu dediklerim lafta kolaydır biliyorum, ama bir adım atsanız özünüze doğru kendinize doğru çorap söküğü gibi gidecektir farkındalık ve aydınlanmalar...
Bugün kendiniz için yapacağınız bir şey, aslında "Bugün Allah için ne yaptın?" sorusuna da cevap verecektir, hepimiz onun parçalarıyız, parça için yapılan bütüne yapılmıştır... Kendimizde yaptığımız her iyileşme; sevdiğimizde, ailemizde, komşumuzda, iş arkadaşımızda, evrende yaşayan herhangi birinde bir canlıda yaptığımız değişimdir... Bir şey değişir, her şey değişir...
Herkese farkındalık ve değişim&dönüşüm dolu bir hafta dilerim...
Ne Kadar Seviyorsun Kendini?
Hep birileri bizi çok sevsin diye bekler dururuz, peki biz kendimizi ne kadar seviyoruz ki? Başkası bizi sevsin?
Önce sevmeye kendinden başlamalı insan, her organını, parmaklarını, ayaklarını , saçlarını , burnunu, kulaklarını, ayak parmaklarını... Sevecek o kadar çok yerimiz var ki, ama öylece durur bir sevgili gelse; sevse, okşasa, öpse diye bekleriz...
Sonra içimizi sevsek; asiliğimizi, öfkeli yanımızı, kaprisli halimizi, işsizliğimizi, aşksızlığımızı... en kızdığımız hallerimizi... Zaten o dönüşecek güzelleşecek! Ama önce izin vermek gerekir kendimize! Dolu dolu yaşamak, farkında olmak lazım olanın bitenin...
En sevdiğimiz kıyafeti kendi kendimize alsak, en sevdiğimiz mekanda kendi kendimize keyifle yemek yesek, hakikaten kendi kendimizi sevsek..
Öz saygı ile bedenimizin, ruhumuzun, zihnimizin ihtiyaçlarını görsek? Önce ben desek? Ben olmazsam ben iyi olmazsam olmaz desek?
İşte o zaman bakın her şey nasıl da değişiyor...